Paylaş
Gurur Yarası'ndan mücadele ören ev işçisi kadınlar / Sinem Atakul ile Söyleşi/ Çatlak Zemin
Gurur Yarası'ndan mücadele ören ev işçisi kadınlar / Sinem Atakul ile Söyleşi
Çatlak Zemin Elif Ege -
19 Ağustos 2019 

"Ev işi işten sayılmıyor. Ben de öyle düşünüyordum eskiden, çünkü ben o işi evde de yapıyordum." Bu ve bunun gibi sözler ev işçisi kadınların mücadelesini konu alan Gurur Yarası belgeselinde ev işçisi kadınların kendileri tarafından sık sık tekrar ediliyor. Ev içi emeğin görünmezliği öyle yerleşmiş bir olgu ki bu tür bir emeğin mücadelesini yürütmek de imkansızmış gibi algılanabilir. Sanırım tam da bu yüzden belgeselde deneyimlerini aktaran bir kadın, örgütlenme hikayesini ve bunun kendisini nasıl dönüştürdüğünü anlatırken tekrar tekrar şöyle diyor: "Her şey masal gibiydi, bunları yapan ben miydim?" Yönetmen Sinem Atakul'un ilk belgeseli olan Gurur Yarası / Wounded Pride hem yasalar önünde hem de toplum nezdinde görünmez olan ev içi emeği ve ev işçisi kadınların örgütlenme hikayesini, hareketi yürüten kadınlarla birlikte anlatıyor. Belgeselden öğrendiğimize göre, bu hareketin oluşturulması önce kadınların yaptıklarının bir iş olduğunun adını koymaları, sonra da emek mücadelesinin parçası olduklarını tanımlamaları ile başladı. Devamında ise başka ev işçisi kadınları da görünmez emeği görünür kılmaya ikna ederek örgütlenmeyi genişletme çabaları geldi. Dernekleşme ve sendikalaşma süreçleri ile de hareket kurumsal bir yapı kazandı. Bu alandaki hak ihlallerinin tanımlanması, dava takipleri, yasal düzenleme oluşturabilmek için yapılan eylemlilikler ve savunuculuk çalışmalarıyla (zira ev işçileri yasalarca "işçi" statüsünde sayılmıyorlar) ev işçilerinin mücadelesi kolektif bir harekete dönüşmüş durumda. Ve hatta artık ev içi emek alanındaki ulusaşırı dayanışma ağlarının da bir parçası. Belgesel bütün bu gelişim öyküsünü bize aktarırken kadınların birbirinden farklı, özgül hikayelerini ve kişisel deneyimlerini anlatmalarına da imkan tanıyor. Bu sayede sınıf ve toplumsal cinsiyet kesişiminde çetrefilli konular açılıyor; ev sahibi kadın ile ev işçisi kadın arasında toplumsal cinsiyet temelli dayanışma ilişkilerinin imkanları ve esas olarak imkansızlıkları değişik perspektiflerden masaya yatırılıyor. Bu sayede ayrıca, örgütlü mücadelenin kadınların kişisel olarak dönüşümlerine ve hayata bakışlarına etkisi de gösterilebilmiş oluyor. Kadınların birbirinden farklı hikayelerini kendi ağızlarından dinlerken feminizmin temel sözü olan "özel olan politiktir"den doğan ev içi emek mücadelesinde politikleşen kadınların özel olanı nasıl değiştirdiğini de görme şansı elde ediyoruz. Bu nedenle sık sık tekrar edilen bir başka cümle de şu oluyor: "Bana bir şeyler oldu. Ben çok değiştim." Yönetmen Sinem Atakul ile belgeseli Gurur Yarası'nı konuştuk. 

Belgeselin çıkış hikayesi nedir? Nasıl oldu da bu konu hakkında bir belgesel çekmeye karar verdin? 
Belgesel yapmak amacı ile yola koyulmadım aslında. Doktora tezimde kentsel alanda kayıt dışı çalışan kadın yoksulluğu üzerine çalışırken literatürde kalıcı yoksulluk (permanent poverty) tartışmalarında dört yıllık sürece giriş ve çıkış nedenlerini (yoksulluğa giriş çıkış nedenlerini) uzun erimli data ile analiz ediyordum. Bu sırada TÜİK datalarında bazı hatalar olduğunu fark ettim. Tezin ana mantığından kopup hangi yılda hangi hanede hangi soru değişikliği oldu da bu data hata veriyor diye daldıkça tez konusu benim için akan rakamlar üzerinden flulaştı, bu durum kayıt dışı alanda kadının iktisadi faaliyetlerini yoklamama dair beni tahrik etti diyebilirim. Zaten kadın özelinde yoksulluk ve ekonomi çalışmalarının sahalarını yürüttüğüm projelerde çalışıyordum fakat genel yorumlamalardan ziyade Kristeva'nın Duns'a atfederek söylediği gibi "genel hayatlardan ziyade tekil dehalar" yani genel yargılardan ziyade biricik hayatların/ biricik kadın hikayelerinin/ biricik dehaların daha kıymetli olacağı düşüncesi içimde büyümeye başladı. Bu anlamda kadın eylemlerinde de genel sloganlar değil de toplumun şahit olduğu tekil hayatlara dair sloganlar beni daha çok etkilemeye başladı. Kendi kişisel hayatımda ev işçilerinin (çocukluğumdan beri) yaşadığı sorunlara dair birçok şahitliğim olunca tuhaf bir cesaretle ev işçisi Yıldız Ay ile röportaj yapmak istedim. Daha önce Boğaziçi Üniversitesi'nin düzenlediği emek günlerinde kendisinin konuşmasının sonlarına yetişmiştim. Anlattıklarını duymadan el hareketleri, beden dili, bakışlarının vurgusu çok etkileyici gelmişti. Kendisinden rica ettim kırmayıp kabul etti ve Sarıyer'de bir evde temizlik yaparken röportajı gerçekleştirdik. O konuşuyor ben yazıyorum on sayfaya yakın bir metin oluştu elimde. Kendisi hikayesini anlatırken, kendi hayat mücadelesini toplumsal mücadele ile birbirini besleyen damarlar bütünü gibi anlatıyordu. İktisadi terimlerin bu denli yerli yerinde ifade edildiği anlatı beni gerçekten çok etkiledi. Adını vermek istemediğim bir arkadaş bir internet gazetesi mecrasında bu mülakatı yayımlayacaktı fakat metni okuduğunda Yıldız Ay'ın bir cümlesini bağlamından kopararak bir başlık atmak istedi. O başlık bütün mülakatın içini boşaltıp güçlülük arz eden bir metni drama çeviriyordu. Ben de mülakatın yayınlanmasına izin vermedim. Söz yetmiyorsa bu dönemde sözü ses ile görsel ile destekleyerek gerçeklik ne ise onun katmanlarına daha çok dahil olabileceğim düşüncesi ile ev işçileri üzerine bir belgesel yapmaya karar verdim. 

Kadınlarla nasıl tanıştın? Nasıl bir ön araştırma sürecin oldu? 
Bir gün Marmaray'a bindiğimde kendisini KEİG Platformu'nda bir konuşması ile tanıdığım Serpil Kemalbay'ın yanımda oturduğunu fark ettim. Serpil Kemalbay, İmece Ev İşçileri Sendikası kurucularındandır. Neyse, telefonuna bakıyordu. Heyecanlı bir şekilde kendisiyle tanıştık. Benim İmece Ev İşçileri Sendikası yolculuğum Serpil Kemalbay ile başlamış oldu. Sendikanın toplantılarına katılmaya başladım. Ev işçileri ile tanıştım. Sendikanın bazı işlerinde aktif rol almaya başladım ve ben aslında bir noktadan sonra belgesel çekmeyi unutup ev işçileri sendikasının aktivisti oldum. Elbette toplantılara, çalıştaylara kamera ile gidiyordum ki elimde rahat 60 saati aşan görüntü birikti. Ama ana amaç belgesel olmaktan çıktı. Aslında bu kısım benim ön araştırma kısmım. Sonrasında şuna karar verdim, daha önce ev işçileri belgeseli çekildi ama yoksulluk dinamik bir şeydir. Bir on yıl öncesinin yoksullukla mücadelesi ile şimdinin yoksullukla mücadele pratiği farklılaşabiliyor. Ev işçileri eskiden sendikaya üye sayısını artırmaya çalışırken şimdi hukuksal mücadele dönemine girmişti, örnek teşkil edecek kazanımlara erişmişti. Bazı hak gasplarına karşı hukuksal mücadeleler başlatıldı, yasalara ayar veren hukuksal sonuçlar alınıyor. Ben de belgeselde ifade etmeye çalışacağım biricik hayatların dehasını ifade ederken hukuksal mücadeleye dahil olmuş ev işçilerini göstermeye çalıştım. Yani benim ve ev işçilerinin birbirimize aldığımız mesafede hukuksal mücadele ara yüz olmuş oldu. 

Belgeselin ismi de çok ilgimi çekti. Neden böyle bir isim seçtin?
Ev işçisi Gül Korkutan çekim esnasında; "Bu iş bana gurur yarası oldu," ifadesini kullandı. "Gurur yarası" Dostoyevski'nin de bir kavramı olduğu için çok etkilendim. Bir sonraki çekimde eşi pencereden düşüp ölen Bahri Bey, ev sahiplerinden gördüğü çirkin davranışları anlattıktan sonra bir başın sağ olsun dememelerinin kendi gururuna dokunduğunu ifade etmişti. "Gururuma dokunduğu için dava açtım," demesi üzerine "gurur yarası" düşüncem pekişti. Dostoyevski karakterleri "gurur yarasına" sahiptir ve gurur yarasından şölen sofrasına uzanan bir arzuda karakterlerini oluşturur. Kimi karakterler adil bir şekilde şölen sofrasına erişir kimisi de Raskolnikov gibi tefeciyi öldürür. Bu belgesel de haksızlıklara karşı gurur yarasına sahip kişilerin (hepimiz gibi) şölen sofrasına doğru uzanan arzuda adalet/hukuk üzerinden insanlıklarını örme hikayelerini sunmaya çalışıyor. 

Belgesel Minire'nin geçirdiği kaza ve buradan doğan mücadelesinin anlatısı ile açılıyor. Sonra bizi taa Güney Afrika'ya kadar götüren bir kadın hareketine dönüşümün hikayesi haline geliyor. Örneğin kadınlardan birine ya da sadece bir olaya değil de bu sürecin tamamına odaklanmayı seçmenin nedeni nedir?
Ev işçileri işçi statüsünde olmadıkları için her birinin hak gaspına karşı açtıkları dava baştan kamu davası olarak görülmüyor ve bir standardı yok. Yani yalnızca Minire İnal'ın dava sürecinden ev işçilerinin geneline seslenebilecek hak gaspı göstergesi elimde oluşmayacaktı. Örneğin cam silerken düşüp ölen Rukiye Şimşek'in eşinin açtığı davada işverenin yalnızca kadın değil aynı zamanda evde o hizmeti alan erkek de olduğunu, erkeğin dava sürecine dahil edilişini gördük. Ayten Kargın ile beraber geriye dönük sigorta hakkını hukuksal süreçleri işleterek almanın yollarını gördük… gibi farklı vakalar var. Minire İnal şu sebeple önemli benim için, kendisi camdan düşüp de ameliyatta kalbi durup yeniden hayata gelmiş bir insan ve bu yeniden hayata geliş ile "Çok şükür hayattayımÖ" demekle yetinmemiş, bir yandan ev işçiliğine devam ederken (düşüşünden üç yıl sonra) sendikal mücadelesini de devam ettirmiş. 

Bu belgeseli ev işçisi kadınlarla birlikte çalışarak yaptığının altını çiziyorsun. İşçi Filmleri Festivali'ndeki gösterimde onlar da vardı, orada da bu hareketin esas yürütücüleri olarak onlar yine esas konuşmacılardı. Akademide araştırma yöntemleri ve etik hakkında sürekli dertlenen biri olarak merak ediyorum, bu altını çizdiğin şeyi biraz açabilir misin? Ne demek istiyorsun "birlikte çalışmak" derken?
Yukarıda dediğim gibi ben süreç içerisinde belgeseli çektiğimi unuttum. Bu anlamda esas olan yolun kendisinin önemine eriştiğimi düşünüyorum. Çünkü biz beraber çalışır olduk, arkadaş olduk. Altını özellikle çizerek ifade etmek isterim bu iş belgesel anlamında benim ilk işim, ben belgeselci değilim ama bu zamanlarda benim yaş gurubumdaki arkadaşlarım, bizim gibi insanlar bir şekilde var olan iktisadi koşullardan dışlanmayı içimize dönerek kabul etmedik. Her daim ışıl ışıl olmak gibi bir becerimiz var ve bunu övünerek söylüyorum. Savaş çıksa biz yine üretiriz. Ayrıca belgeselci olsaydım da bu belgeseli kendi kişisel kariyerim üzerinden parlatmazdım. Biz birbirimizi kaldırırken ayağa kalkabilen insanlarız ve amaç ev işçilerinin sözünü çoğaltmak, kendi mücadelelerini iktisadi faaliyete dahil olmuş her kadına duyurmak. Diğer ev işçilerine benim sözüm ulaşmaz, ev işçisinin sözü ulaşır. Bu arada ev işçilerinin konuşuyor olması benim sözlerimi uçak gibi katlar uçurur ve cidden bu denli feraseti yüksek bir grupla bir arada olmamıştım bu yaşıma kadar. 

Bu soru ile ilişkili olarak iki sorum daha var. Birincisi belgeselin sonundaki dans sahnesine ilişkin. Neden böyle bir sahne ile bitirmek istedin? Ve beraber çalıştığın kadınların bu sahneye dair fikri ne oldu?
Aslında o sahnenin alt metni şu: Önce mabetler var; mabetlerde düzen sağlayıcı köleler, daha sonra ev formları oluşuyor. Ev formları oluşurken dışarısı kaos, içerisi düzen olmak durumunda. İçerisinin düzen sağlayıcıları da kadın olarak tanımlanıyor; bu yalnızca Türkiye'de de böyle değil. Boşlukta dans eden/temizlik yapan kadın önce düzeni sağladıktan sonra kendi sağladığı düzeni yıkıyor. Ben o sahneyi seviyorum. Nil Olcay'a çekim esnasında dışarısı kaos içerisi düzen mevzusu üzerinden konuştum, o benim arkaik ifadelerim üzerinden dans etti. İletişimimiz harikaydı ve ikinci bir çekim olmadan direkt kurguya aldık o kısmı. Ayrıca senin de dahil olduğun gösterimde sendika başkanı ev işçisi Ayten Kargın sahneye kalkarken dans sahnesine "Tam da halimiz bu," dedi. Bu ifade yeterliydi benim için. 

Bununla ilgili ikinci sorum da hak ihlalleri nedeniyle hayatlarını kaybetmiş ev işçisi kadınlarla ilgili. Belgeseli çekerken seninle olamayan, maalesef bu mücadelenin parçası olamadan bizden alınan kadınlar var. Onların sesi, sözü belgesele nasıl dahil edilebiliyor? Sen bu konuda ne düşündün belgeseli çekerken?
Cam silerken düşüp ölen Fatıma Aldal ve Rukiye Şimşek'in eşleri ile görüştüm. Fatıma Aldal görüşmesinde kendime bir mesafe koyamadım, hikayesi çok ağır geldi, etkilendim. Belgesele de koymak istemedim. Bahri Bey'de de eşinin cesedini gördüğü an üzerinden anlatısı tam bir Çehov anlatısı gibiydi. O kısımlarda da kendisini eşinin o anını anlatırken izlemesini istemedim ve hızlandırılmış siyah beyaz ağaç görüntüleri koyduk. Aslında iki vakada da olay yeri görüntüleri vardı elimde. Elbette bunları zaten koymam; Bahri Bey'in o anını koymamanın diğer bir amacı da şu: Şiddetli olanı tüm çıplaklığıyla görmek, zamanla gözümüzün vicdanını, aklımızın düşünme yetisini azaltıyor. Sürekli şiddet görüntülerine şahit olan bir kişi bir canlıyı kesilirken dahi görse artık içi burkulmamaya başlar. Cinayetin dehşetini duyumsamada "söz" yetmiyorsa, gözümüz dehşetli olana dair merak edip illa görüntü ararsa o noktalarda biraz sıkıntı var diye düşünüyorum. 

Bir de belgeseldeki görüntüler ve görüntü teknikleri ile ilgili sorularım var. İlk olarak sık sık 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü ve başka diğer feminist yürüyüşlerden görüntüler görüyoruz belgeselde. Bazılarında ev işçisi kadınlar ya da onların hazırlamış oldukları pankartlar var. Bazı görüntüler ise daha genel. Neden bu eylem görüntülerini koymayı seçtin?
Ev işçileri Türkiye feminist hareket içerisinde örnek alınması gereken bir grup. Genele seslenen bir jargon içinde özel bir grubu işaret etmeye çalıştım. Öfkesiyle coşkusuyla bir arada vermek istedim. 

İkincisi de kişisel olarak en bayıldığım kısımlardan olan temizlik kovasının içinden ya da bulaşık makinesinin içinden çekilmiş sahneler. Böyle açılardan çekmenin nedeni neydi?
Kova, bulaşık makinesinin içi, çalışan çamaşır makinesi üzerinde titreyen bezler; bu kısım Gül Korkutan'ın bir ev işçisinin iş standardı ne olmalı diye anlattığı kısımdı. Biraz ev içi eşyalarını, ev işçilerinin daha çok temasta olduğu eşyaları canlı gibi göstererek eşyanın insan üzerindeki hakimiyetini hissettirmek istedim. 

Şimdiye kadar nerelerde gösterimler oldu? Yakın gelecekte başka nerelerde olacak?
Uluslararası İşçi Filmleri Festivali ve Ortadoğu Sinema Akademisi / FilmAmed ve Polonya'da gösterimler oldu. Yaz dönemindeyiz, Eylül itibariyle yeniden festivallerin olduğu bir döneme gireceğiz. Başvurular devam edecek. Yurtdışı başvurularını daha yapmadım ama şimdiden Almanya ve Danimarka'dan benimle iletişime geçenler oldu. Ama ben Türkiye içi gösterimlerin artması taraftarıyım. Belgeseldeki Minire İnal sevgili Emel Çelebi'nin belgeselini izledikten sonra sendikaya katılma sürecinin başladığını ifade ediyor ve böyle çok örnek var. Elbette enternasyonal dayanışma çok önemli fakat Türkiye'deki işçi ve işveren insanların izlemesi daha da önemli diye düşünüyorum. 

Ve son olarak da, bundan sonrasına dair, üzerinde çalıştığın yeni bir belgesel var mı?
Yüz çalışıyorum bu aralar; yüz'ün topografyasını çalışıyorum. Yüz'ün topografyasına daldıkça bedenin en pornografik, bir yanıyla en mahrem alanının yüz olduğu düşüncesine eriştim; "Şiddet esnasında yüz neden hedef alınır?" sorusu üzerine düşünmeye başladım. Hatta yüz'e saldırı anının oluşa geliş katmanlarında insanın yüzüne söylenen nefret ve öfke dolu cümleler… İşte bu esnada sesine ve şarkılarına hayran olduğum Bergen kafamın içinde sürekli belirmeye başladı. Bergen'in yüzünün kezzaplanmasıyla başlayan, yıllar sonra aynı kişi tarafından öldürülmesine kadar varan bir durum var. Burada toplumun gözleri önünde, halkımızın bilgisi ve şahitliği dahilinde, uzun erimli bir zaman diliminde bir kadının nasıl öldürüldüğüne seyirci kalan bir kitle var. Açıkçası kurumlara baskı yapma imkanı olan bir kuşak var. Bu kuşak bizim otobüste yer verdiğimiz, yaşından dolayı (!) hürmet ettiğimiz bir kuşak. Bergen temsildir ama birçok hak gaspına bizden önceki kuşakların seyirci kaldığı bir temsildir. Konu başka yere gitmeden pavyonda şarkı söyleyen, patriyarkal mekanlara, bakışlara, şarkı sözlerine direnen kendi özgünlüğünde çok güçlü kadınlar var. Pavyonda şarkı söyleyen kadınlar üzerine bir belgesel düşüncem var ama bu belgesel Bergen'in aziz hatırasına ithaf edileceği için belgeselin ön teaser'ı Bergen üzerine yapılacak olan avangart bir çekim. Çekimlere başladım. Bergen'in '"Sen affetsen ben affetmem'" şarkısını arkadaşlarım Ayşenur Yağız ve Batuhan Parlak ile yeniden stüdyoda çalışıyoruz. Pavyona dair bir belgesel çıktı bir internet portalında geçen hafta. Üzülmedim değil doğrusu gayet de hoş görünüyor, ama benim kafamdaki format daha farklı. Belki de bu belgesel olmayacak ama en azından Bergen üzerine olan çekimi tamamlamayı düşünüyorum.